TERS SİTE

TERS SİTE

Süleyman ÖZEROL

mde

Hülya Yüksekol, Almanya’da yaşayan bir Arguvanlı. 2016 sonbaharından beri Arguvan’a hastane yapılması konusunda çaba gösteriyor. Almanya’da bile etkinliklerde, toplantılarda hastane konusunu dile getiriyor. Hatta bir sayfa bile açtı… Yardımcı olmamı istedi. Konu ile ilgili yayınları araştırdım ve “On Binden Aşağısı İnsan Değil mi?” yazım başta olmak üzere gazetede, sitelerde yayınladım zaman zaman. Bir gün de Arguvan’a yataklı sağlık ocağı yapılacağı muştusunu verdi. Mayısta başlanacağını ve sabırla beklediğini de…

24 Mayıs 2018 günü Türkiye’ye geldi ve Malatya’dan arayarak Arguvan’a gidip görüşme yapacağını bildirdi. 28 Mayıs 2018 günü yine aradı. Hava kapalı idi ve öğlen sonrasında iyice kapanıp karardı. Birden yağmur başladı iri damlalarla, birkaç dakika sonra da doluya dönüştü. Dolu kesilince Hürriyet caddesine çıktım. Sel akmayı sürdürüyor, caddeyi temizliyordu. Dikmen Caddesinde bindiğim minibüste radyo, Ankara’da bazı alt geçitlerin yağış sonucu tıkandığını haber veriyordu.

29 Mayıs günü hava gayet açıktı ve yer yer kaynayan bulutlar olmasına karşın yağacağa benzemiyordu. Hürriyet Caddesinden sola dönüp Veda sokağının merdivenini adımlamadan önce köşedeki elma ağacına bakarım. Çünkü “Acaba bahar olmasına karşın dalında kaç elma kalmış” diye merak ederim. Bugün de baktım ve yemyeşil yapraklar arasında büzüşmüş, kirli sarı renkten koyu turuncuya, hatta kahverengiye dönüşmüş bir elma meyvesi gördüm. 2017 Kasımının ilk günlerinde Ballıkaya’dan Ankara’ya döndüğümde dikkatimi çeken bu elma ağacındaki sekiz on adet meyve idi. Yaprakları gazel olup döküldüğünde bile sekiz meyve dalında duruyordu. Kasım geçti, Aralık geçti, Ocak Şubat geçti, Mart geldi, elma neredeyse çiçek açacak, hala dallarında meyveler var. Çiçek açtığında azala azala beş meyve kalmıştı dallarında. Çiçek açtığında dörde, sonra üçe sonra da ikiye düştü. Uzun zaman sonra yeni meyveler ceviz büyüklüğüne ulaşırken geçen yılın meyveleri hala yeşil yapraklar arsından sararıyordu. Ve bugün dikkatlice baktığımda bir meyve görebildim. Anlattığım gibi büzüşmüş bir meyve…

On üç ay önceki meyvesi ile bir ay önceki meyvesi yan yana duran elma ağacı…

Türü, Golden olsa gerek…

Acaba on üç ay boyunca meyveli kalmasının, iki yılın meyvesini dalında taşımasının nedeni ne idi? Ankara gibi karasal iklime sahip elma memleketi olan bir bölgede ilginç bir örnek değil miydi? Veda Sokağından Dikmen Caddesine, oradan Ulus’a Kazım Karabekir Caddesine gittim. Caddenin başındaki üst geçidin yanındaki kirliliği seyrederek indim. Yıllardır çalışmayan iki baştaki asansöre de bakmadan edemedim. Matbaada Hekimhan Dergisinin parasını yatırdım, Karanlıkta açan gül kitabının kapağındaki hatayı düzelttirdim. Gülizar Özgür’den Deli Sevdam sitesinin yazarı olması için gönderdiğim yazıyı onaylamasını istedim. Çok sıcak olduğundan ve balkondan görünen güvercinlerden söz etti.

Evde bir ileti gördüm internette. Bir erkek eşinin hamile olduğunu ve doktorların çocuğun kalbinin sağda olduğunu bildirdiğini yazmıştı. Aradım ve konuştuk, Situs İnversus’u anlattım özet olarak. Situs İnversus mu? Yine kısaca anlatayım…

Olması gereken yerde olmayan, ters kurulum, ters site…

Bunun için yıllar önce bir derleme yaptım ve sekiz kişinin öyküsünü 36 sayfalık Ters Site adlı kitap ile yayınladım. Bir ay önce ise Ters Site’de 25 kişinin öyküsü yer aldı ve 82 sayfaya ulaştı.

İşte bir anı örneği…

“İki Kalbi Var”

Manisa merkez 1989 doğumluyum ve orada yaşıyorum. Fatih İlköğretim Okulunda okuyordum. Dayımın eşi hemşireydi, ameliyatlara giriyordu. Benim iki kalbim olduğunu iddia etmiş, annem ve babam inanmamışlar, kimse de inanmamış ya…

Aradan uzun bir zaman geçmişti, bir gün annem ile kardeşimi sağlık ocağına götürmüştük. Kardeşimin tedavisi bitince annem aile hekimine benden dolayı, “Yengemiz hemşire bu çocuk için ‘iki kalbi var’ diyor, kontrol eder misiniz?” diye sordu. Doktor baktı, önce bir şey anlamadı, kalbimi dinledi, “Kalp atışları zayıf” diyerek hastaneye sevk etti. Hastanede ultrosona girdim, sonuca baktılar ve “İç organların maç yapıyor senin” diyerek güldüler. Meğerse iç organlarımın hepsi yer değiştirmiş…

Malatya Söz Gazetesi, 5 Haziran 2018

“Urfa’da Bir Kültür Deryası Kısas”

URFA’DA BİR KÜLTÜR DERYASI KISAS

U.kıs

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Süleyman ÖZEROL

Araştırmacı-Gazeteci 

Birçok şehir “büyükşehir” adı ??????????altında yapılandırılırken “köy” adıyla bildiğimiz yerleşim birimleri artık “mahalle” diye anılıyor ve sanırım “uygarlık” yolunda bir adım daha atıyoruz. Köy dediğimiz yerler de eskilerin deyimiyle “tarih” oluyor…

Çoğu insan, “tarih olan” geçmişe büyük özlem duyar. Geçmişin güzel yanarlını suskun bir gülümseme, acı yanarlını ise bazen iç çekilerle anımsar. Süreçteki değişim ve gelişimler anımsandıkça da “vay be” demekten kendini alamaz, başta kendisi olmak üzere her şeyin değiştiğini düşünür. “Oysa eskiyen yaşamımızdır.” Değişen pek bir şey olmamasına karşın her değişimin o an’a özgü olduğu fark bile edilmez…

1972 yılında Urfa Merkez Yetiştirme Yurdunda öğretmen olarak göreve başladım. 1975 yılına kadar tam tamına üç yıl burada görev yaptım. 1975 yılının baharında Çiftehan denilen yerde taksi çalıştıran “Dudu Memet” adıyla tanınan Mehmet Aran, bir gün beni Urfa’ya ilk geldiğimde Gürgür Emmimin bana anımsattığı kendi köylerine götürdü. Kısas köyü Urfa’ya on iki kilometre kadardı. Muhtar Mustafa Demir’i de yanımıza alarak Urfa’dan tanıdığım Şinasi Ol ve Orhan Günyıl’ın görev yaptığı köyün batısındaki Kısas Ortaokuluna gittik. Mustafa Demir, Dudu Memet ve ortaokulda hizmetli memur olan muhtarın kardeşi Haçim Demir okulun önünde birkaç da anı fotoğrafı çektirdik.

Kısas köyündeki ilk izlenimim Kısas’ın evleri gibi kerpiçten yapılmış olan eski ilkokul, o zaman da ortaokul binası ve hemen yanındaki minaresiz cami oldu. Bir cami de güneyde bulunan mezarlığın yanında idi. 500 hanelik Kısas’ın 70-80 hanesi Sünni, diğerleri Alevi imiş. Her iki caminin yapılmasında da Aleviler el vermişler. Sanırım kısas, ülkemizde birlikteliğin önemli bir örneği idi…

Yaz döneminde Kısas’a atamam yapıldı, 3 Eylül 1975 tarihinde göreve başladım, Malatya Hekimhan Ballıkaya’ya, köyüme gittim. 8 Eylül günü Oğlum Ozan dünyaya geldi. Kız kardeşimi de yanımıza alarak Urfa’ya geldik. Dudu Memet’in tuttuğu kayınpederi Memey’in bir göz odasına taşındık. Ozan kırklı iken geldiğimiz Kısas’ta ertesi yıl boşalan lojmana taşındık. 22 Nisan 1977 tarihinde kızım Gül Kısas’ta dünyaya geldi. 1978 yazında okul müdürlüğü görevini üstlendim, pek çok öğretmen ile görev yaptım. Özellikle genç öğretmenlerdi ve çoğuna ilk geldiklerinde ev sahipliği yaptım. 1981 yılında kısa bir süre Siverek’te görev yaptım ve 25 Eylül 1981 tarihinde Malatya’da Toygar köyünde göreve başladım. Boran köyü, Ahmet Parlak İlkokulu, Şehit Yüzbaşı Hakkı Akyüz İlköğretim Okulu derken 25 yıl 7 ay üzerinden 1998 yılının Martında emekli oldum. O günden beri gazetecilik yapıyorum. 2001 yılından buyana yılın yarısını (kış dönemi) Ankara’da geçiriyorum.

Geriye dönüp de 40 yıla bir göz attığımda, o güne bugüne hep düşünmüşümdür; Kısas’a harcadığım emeği kendi köyüme harcamamıştım. Altı yıla yaklaşan görev sürem içinde neler yaptığımı, neler yapamadığımı, neler yapmak istediğimi birçok Kısaslı benden daha iyi bilir. Kısas’ın toplumsal yapısındaki değişim ve gelişimleri de anımsarlar.

Kodak’ın “istamatik” dedikleri, kare film yapısı olan bir makinem vardı eşimin çeyizleri arasında. Rahmetlik kayınpeder Almanya’dan getirmişti. Halen duran bu makine ile Urfa’da ve Kısas’ta pek çok fotoğraf çektim. Bazen bu fotoğraflara bakar oradaki anılarımı anımsarım. Anılarımın bir bölümünü 1062-1980 yılları arasını bir bölüm olarak hazırladım. Kısas ile ilgili anılarım ve değerlendirmelerim de içinde elbette…

Dile kolay, 40 yıl…

Evet, Kısas’ta göreve başlayalı 40 yıl olmuş. İlk yıl köy evinde oturduğum zaman sıkça uğradığım Cuma Aran’ın dükkânında bir sürü çocuk dolanıp dururdu. Maviş, İmam, Serap, İzzet, Feyzullah Cuma Hocanın çocukları idi. Bu çocuklardan İzzet, o zaman dört ya da beş yaşlarında idi ve bugün elimizde tuttuğumuz ve de yılların düşü olan kitabı hazırlayan kişi…

“Urfa’da Bir Kültür Deryası Kısas”

İzzet Aran ile yıllarca çalıştığı işi gereği Malatya’ya gelip gidişlerinde, 2002 yılından itibaren benim Urfa ve Kısas’a gidiş gelişlerimde pek çok söyleşilerimiz oldu. Kısas Fotoğrafları ile tanıdığımız Fikret Otyam ve İbrahim Demirel ile iletişim kurdu. Hep Kısas ile ilgili bir fotoğraf kitabı çıkarılmasından söz etti. 2006 yılında Av. Bülent Güleç ile kısas ile ilgili fotoğrafları Fotoğrafya adı ile yayınladı.  Bu albümde Kısas’ta çektiğim fotoğraflar da yer aldı. Bu arada İzzet Kültür Bakanlığının bir Urfa biriminde fotoğrafçı olarak çalışmaya başladı. Yrd. Doç. Dr. A. Cihat Kürkçüoğlu ile birlikte çalıştı. Ve aradan geçen sekiz yıldan sonra hem yıllar öncesinin siyah beyazlarını hem de yeni fotoğrafları Kısas ile ilgili konularla harmanlayarak yeni bir kitap hazırladı; kutlarım!

Bakalım kimlerin emeği geçmiş?

Yazarlar:

Ayten Doğan, Asiye Aran, Dr. Halil Atılgan, Yrd. Doç. Dr. Cihat Kürkçüoğlu, Sabri Kürkçüoğlu, Abuzer Akbıyık, Av. Müslüm Akalın, Aşir Kayabaşı, Faik Bulut, Süleyman Özerol, Bakır Bozkurt (Ozan İsyani), Veysel Aran, İzzet Aran, Nadir Aykaç, Şeref Burç ve Hasan Atalar

Fotoğrafçılar: Yrd. Doç. Dr. Cihat Kürkçüoğlu, Sabri Kürkçüoğlu, Süleyman Özerol, İbrahim Halil Karaca, Şebnem Erbaş, Fikret Otyam, İbrahim Demirel, Mustafa Akkül, Mr. Cordan, Mr. Eric, İzzet Aran

Şairler: İbrahim Halil elveren (Ozan Berdari), Hacı İsa Özbay (Halimi), Mehmet Acet (Âşık Sefai), Haydar Aydoğdu, Sabri Çulpan

Editörler: Ayten Doğan, Aynur demir, Av. Güzide Kahraman

Tasarım: TasarımPR

Baskı: Color Ofset Matbaacılık, İskenderun 2014

Kitabı hazırlayan İzzet Aran, fotoğrafçılığa değinmiş, katkı sunanlara teşekkür etmiş ve “Merhaba” demiş.

Av. Müslüm Akalın, “Bir Sevda Adamı Yrd. Doç. Dr. Cihat Kürkçüoğlu” yazısında Urfalı akademisyeni özellikle duygularıyla anlatmış.

Dr. Halil atılgan, “Söze Başlarken”, 1989 yılında Kısas’ı nasıl tanıdığını belirtiyor ve güzel bir anlatım sergiliyor. Atılgan, altmışlı yıllarda Fikret Otyam’ı tanımış ve yapıtlarını okumuş olsaydı Kısas’ı daha erken ve daha iyi tanımış olurdu.

Kitaba damgasını vuran pek çok fotoğrafı çeken Yrd. Doç. Dr. Cihat Kürkçüoğlu, “Urfa’da Bir Kültür Deryası Kısas” yazısında Kısas’ı ve Kısaslıları nasıl tanıdığını, sonrasını, kerpiç evlerini ve farklılıklarını anlatmış. Hemen ardından Kısas ve kültüründen, bu kültürü tanıtıcı etkinliklerden, kültür sanat adamlarından, Kısas’ı tanıtmada emeği geçenlerden söz etmiş.

Kısaslı şair Aşir Kayabaşı’nın, “Kısaslı Bizim Aslımız” şiirini daha önce “Urfa Dağlarında Köroğlu, Kuloğlu ver Esemoğlu” kitabında da okumuştuk.

İzzet Aran “1929’dan Buyana Kısas Köyünde Eğitim süreci”, “Urfa İli Kısas Köyü İlkokulu Başöğretmenliği (1929)”, “Kısas Köyü Ortaokulu Yaptırma ve Öğrencilerini Barındırma Derneği (1967)” ve lisenin açılışı ile ilgili yazılarla eğitimin cumhuriyet dönemi sürecini anlatmış.

“Kısas Şah Muhammed Türbesi ve Geleneksel Yemeği” ve Cuma Aran’ın “Şah Muhammed” şiiri birbirini tamamlamış.

27 Nisan 2002 tarihinde konuşmacı olarak katıldığım “Şah Muhammedi Anma ve Aşure Etkinliği”nde yaptığım konuşmadan bazı bölümler “Merhaba” başlığı altında, eski ve yeni fotoğraflarım (1972-2012) ve çektiğim fotoğraflarla birlikte bir bölüm olarak yayınlanmış.

Faik Bulut’un Atlas Dergisinde yayınlanan “Doğunun Tenindeki Nakış” başlıklı yazısında “dövme” geleneği anlatılmış, İzzet Aran’ın Kısaslı dövmeli kadın portreleri yer almış…

Veysel Aran’ın, “Edison Işığından Önceki Kısas” yazısını okuyunca 1975-1976 kışında Memey’in tek gözlü evinde otururken eşim, oğlum ve kız kardeşimi gaz lambasından zehirlenme ya da olası bir yangından nasıl kurtardığımı anımsadım. Ben Kısas’tan ayrıldıktan bir süre sonra elektrik gelmiş, yolu asfalt olmuş. Bunu 21 yıl sonra gittiğimde gördüm.

İbrahim Halil Elveren’in (Ozan Berdari) “Geçmişe Özlem” şiiri…

“Bakır Erdem (Hoca Bakır) ve Cuma Aran (Âşık Fedai)”, Kısas’ın geçmişteki ve günümüzdeki devletten maaş almayan iki hocası anlatılmış…

Hacı İsa Özbay’ın (Âşık Halimi) “Kısaslı” şiiri…

Abuzer Akbıyık, “Kısaslı Âşıklar” yazısında Kısas’taki âşıklık geleneğinden söz etmiş…

“Kısaslı Bir Üstat: Mehmet Polat”, Hollanda’da yaşayan, kendi tasarladığı 13 telli ut ile çok yönlü müzik türüne hitap eden Kısaslı udi anlatılmış…

Haydar Aydoğdu’nun, “Kısaslım şiiri…

“Akpınarlı Âşık Veli Erenler (Kemter Veli)”, Bakır bozkurt tarafından anlatılmış. Aşığın, “Himmet Eyleyin Siz Bize” şiiri de yer almış…

“Âşık Sefai’nin Kısas Şiiri”, 12 dörtlükten oluşan ve yirmi yıl kadar önce de Halk Ozanlarının sesi dergisinde yayınlanan destanı iki sayfaya yayılmış…

“Geleneksel Aşure Etkinliği” hakkında bilgi verilmiş…

“Kerpiç Yapılar” ile Kısas’ın eski evleri ve “Koç Boynuzlu Evler”in özelliklerine değinilmiş…

“Kapara (Kapı Arası)”, avlulara giriş kapısı olan ve iki yanında oturma yererli bulunan oturma düzeneğini Hasan Atalar anlatmış…

Sefer Burç, “Kısas’ta Köçerlik” başlığı altında Tek Tek Dağlarındaki yaylacılık (göçerlik) geleneğinden söz etmiş…

“Su Küpleri ve Yapımı”, Sırın köyünden küp yapım ustası Fatma Kuzu ile örneklenmiş…

“Zahire Evi (Mazgan)”, Çamurdan Yapılmış Petekler”, killi çamur ile saman karıştırılarak yapılan tahıl ambarları anlatılmış…

“Fecename”, Eğitimci Yazar Ayten Doğan’ın “Yitik İnciler” adlı yapıtından yayınlanan bir denemesi…

“Kısas Köyünde Nakış”, Asiye aran tarafından kaleme alınmış, “kanaviçe” örnekleri verilmiş.

“İsot Yapımı”, ilk gittiğimde Urfa merkezde bir arkadaşın anlattığı bir öyküyü anımsattı. Düşman isot tarlalarına girinceye kadar kımıldamayan Urfalıları da… Urfa’da hemen her hafta yenilen lahmacun ya da çiğ köftenin baş malzemesi olan bibere bizim yörede “isdotu”, burada ise “isot” diyorlar. Salçası da bolca yapılıyor, unutmamak gerek…

Halil İbrahim Elveren’in, Anlatayım Kısas’ı şiiri…

“Kısas’ta Ekonomik-Sosyal ve Kültürel Yapı” ve “Kısas’ta Gelenekler” S. Sabri Kürkçüoğlu tarafından kaleme alınmış…

Bakır Bozkurt; “Akpınar Köyü”, “Bugünkü Akpınar Köyü”, “Su Pınarı başlığı altındaki yazıları ile 1948 yılında “Çiftçiyi Topraklandırma Yasası” çerçevesinde Kısas’tan göçüp gidenlerin yerleştiği Akpınar köyünü anlatmış.

“Kısas Köyünde Bağmancılık”; üzüm bağlarını, üzümden elde edilen ürünleri konu edinen bir bölüm…

“Kilim Dokumacılığı” denince aklıma hemen Gocey takma adıyla biline Veyis Demircan gelir. Özellikle “yolluk” dokurdu.

“Kısas Takla Güvercinleri (Kuşları)”, Urfa’da yaygın olan kuşçuluğun Kısas’a da yansımasının bir göstergesi… Âşık Celali’ye (Veli Göncü) “Kuşçu Veli” de denirdi kuş yetiştirdiği için…

Kitabın sonunda iki yaşamöyküsü var: Harran Üniversitesi Fen edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi A. Cihat Kürkçüoğlu ve araştırmacı-Fotoğrafçı İzzet Aran

Herkesin emeğine sağlık böyle bir yapıt ortaya çıkardıkları için…

(2 Aralık 2014, Ankara)

Malatya SÖZ: 17 Aralık 2014 Çarşamba

16.12.2014 Şafak

Urfa Şafak Gazetesi, 26 Aralık 2014

“Onları Ben Yaptırmıştım…”

“ONLARI BEN YAPTIRMIŞTIM…”1 Temmuz 2012

Süleyman ÖZEROL 

1974 yazı… Urfa Yetiştirme Yurdu’nun bahçesinde, asmanın altındaki kare yüzeyli masaya dirseklerimi dayamış, çevreyi izliyorum. Mutfaktaki kap kacak sesleri musluktan akan suyun sesine karışıyor. Yaz olduğu için çocukların çoğu yakınlarının yanına gitmişti. Yurtta kalanlar da su bidonunun çevresinde, duvarların dibinde, tuvaletin kapısı önünde, dış kapının çevresinde dolanıp duruyorlardı. Bekçi Cemal Taş kapının yanında durmadan tütün sarıp tüttürüyordu.

Dışarıdan bir adam girdi, bekçiyle konuşmaya başladı. Bekçi eliyle beni işaret ediyordu. Adam, merdivenleri çıkmaya başladıkça oldukça uzun boylu ve kalıplı birisi olduğu daha iyi görünüyordu. Dimdik yürüyen bir heykel gibiydi. Belirsiz kaşları, çok kısa saçları ve bıyıksız durumuyla asker emeklisini andırıyordu.

“Hoş geldiniz, öğretmen Süleyman Özerol” diyerek kendimi tanıtıp elini sıktım.

“Öğretmen ney?” dedi uzattığım sandalyeye otururken. Yeniden söyledim. “Ben de Milli Eğitim Bakanlığı 6. Şube Müdürü Reyzi Pamir” diyerek kendisini tanıttı. Bir süre sonra “Aslında ben de öğretmenim” dedi. Nereli olduğumu sordu. “Malatyalıyım” deyince dikkatle bakarak, “Mezun olduğun okul da mı Malatya’da” dedi. Akçadağ İlköğretmen Okulu 1972 mezunu olduğumu ve ilk görev yerimin de burası olduğunu söyledim. Hiç gülmez izlenimi veren yüzünde çocuk sevinmesi gibi bir gülümseme belirdi. Sanki kırk yıllık bir tanıdığı ile karşılaşmıştı.

“Ben de oradaydım” dedi yavaş bir sesle.

“Her halde çok önceleridir” dedim.

“Evet, evet, orada okumadım ama öğretmenlik yaptım. Köy enstitüsü iken eğitim şefiydim.”

Oturduğu sandalyeye iyice yerleşecekmiş gibi kımıldandı. Zaten sandalye gövdesine göre çok ufaktı. Yüzünde çok çalışmış da yorulmuş bir insanın mutluluğu okunuyordu. Eğilerek yavaşça konuştu;”İstasyona giden yolun kenarında levhalar vardı, onlar duruyor muydu? Üzerlerinde de yazılar vardı.”

“Hayır, hatırlamıyorum, derken birden ikisi sağlam, diğerleri kırılmış olan mezar taşı gibi levhalar aklıma geldi. “Ha, onlar mı?” dedim.

“Evet, evet, onlar onlar!” dedi heyecanla.

“İkisi sağlamdı, birkaç tanesi de kırılmıştı. Ancak sağlam olanların üzerinde herhangi bir şey yoktu.

Daha iki dakika önce çocuk gibi sevinen ve mutluluk içinde gülümserken hüzünlendi birden. Oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi ağlamsı bir durum aldı yüzleri. Levhaların o durumda olmasında suçlu kendisiymiş gibi, yere bakarak yavaşça söylendi;

“Onları ben yaptırmıştım! Sonsuz bir boşluğa bakar gibiydi… “O levhaların üzerine Atatürk’ün, İnönü’nün, Hasan Ali Yücel’in, Tonguç’un ve daha birçok eğitimcinin sözlerini yazmıştık öğrencilerimle. Hem de yolun sağ yanı istasyona kadar…”

Durumundan o kadar etkilenmiştim ki neredeyse ağlayacaktım. Bir süre sessiz kaldık. Sanki levhaların yasını tutuyorduk. Yirmi beş yıl önceki emek ve imece ürünü olan bu levhaların yok olduğunu duymak elbette ki acıydı…

Hekimhanlı olduğumu, bizim köyden bazılarının o dönemlerde okuduğunu söyleyince;

“Kimler?” dedi heyecanla.

“Ali Öztürk, Avni Oktay” diye sıralamaya başlamıştım ki;

“Mezirmelisin öyleyse” diyerek sözümü kesti. Komşu köylerden olan bazı adlar saydıktan sonra Abbas Dülger adlı öğrencisinin Urfa’da olduğunu ve görmek istediğini söyledi. Daha önce yurtta müdür olduğunu, şimdi ise ilköğretim müdürü olarak görev yaptığını, emekliye hazırlandığını söylediğimde, yıllardır görmediğini görse iyi olacağını, bulabilirsem memnun olacağını söyledi.

“Çayınız hazırlanıncaya kadar size haber getiririm” diyerek kalktım. Bekçiye çay hazırlamasını söyledikten sonra çıktım.

Haşimiye Meydanı’na varmadan solda bir apartmanda oturuyordu Abbas Dülger. Kapıyı çaldığımda oğlu İbrahim çıktı. Durumu anlatınca, evde olmadığını, gelince mutlaka haber vereceğini söyledi. Geri döndüğümde çay hazırlanmıştı. Daha ikinci çaylarımızı bitirmeden Abbas Dülger bahçe kapısından göründü. Bulunduğumuz yere doğru disiplinli bir enstitülü gibi yürürken ikimiz de ayağa kalktık. Reyzi Pamir’in elini öptü, ben de kendisine “Hoş geldiniz” dedim, sandalyelerimize oturduk, konuşmaya başladılar. Yıllarını eğitime vermiş iki öğretmenin otuz yıla yakın bir zaman sonra öğretmen-öğrenci olarak karşılaşması beni oldukça duygulandırmıştı. Bu iki insanın mutluluğunu izlemeye başladım.

Bir süre sonra Reyzi Pamir bana dönerek;

“ Çok teşekkür ederim, sana da zahmet oldu. Yıllar sonra karşılaştık, bizim biraz konuşacaklarımız var, sen istersen çıkabilirsin” dedi. Nöbetçi olduğumu söyledim ve izin isteyerek ikisini baş başa bıraktım. Uzun uzun konuştular, sonra da birlikte yurttan ayrıldılar…

Malatya’da zaman zaman bu olayı anlattığım oldu. “İriyarı, pembemsi geniş yüzlü…” diye anlatmaya başladığımda tanıyanlar ,”Haaa, Reyzi Pamir!” diyorlardı hemen. Sonra da onunla ilgili anılarını ve özelliklerini anlatıyorlardı. İşlerini zamanında ve eksiksiz yapar; tüm öğrencilerin adlarını, numaralarını, nereli olduklarını bilirmiş. Bütün bu anlatılanlar Reyzi Pamir’in güçlü bir belleğe, sağlam bir kişiliğe sahip, dürüst bir eğitimci olduğunu; Atatürk ilke ve devrimlerinden kesinlikle ödün vermediğini gösteriyordu.

Akçadağ Köy Enstitüsü’nden söz açıldığında hep Urfa Yetiştirme Yurdunda karşılaştığımız Reyzi Pamir’i anımsarım. Ağlamsı yüzünü anımsadıkça üzülür, mutlu gülümsemesinin yayıldığı pembemsi, geniş yüzünü anımsadıkça da sevinirim…

1 Temmuz 1993-Malatya

Divriği Harman Dergisinde yayınlanmıştır.

Dokunma(ma)yı İsteme(me)mek…

DOKUNMA(MA)YI İSTE(ME)MEK…

Süleyman ÖZEROL

657651-sana-dokunmak-istiyorum

          Bedenin ya da bir bölümünün başka bir beden ya da nesneyle birlikte olma durumudur…

          Dokunmak, sözsüz iletişimin önemli parçasıdır. Özellikle insan ve hayvanlara özgü içgüdüsel bir gereksinimdir.

          Dokunmak…

          İnsana dokunmak…

          Hayvana dokunmak…

          Bitkiye dokunmak…

          Herhangi bir nesneye dokunmak…

          Deyim anlamında kullanıldığında da birçok anlamlar yüklenmiştir dokunmaya.

          Onuruna dokunmak…

          İçine dokunmak…

          Acısına dokunmak…

          Yarasına dokunmak…

          …

          İnsanda var olan enerjinin bir bölümü dokunma yoluyla atılarak bedene yük olmaktan çıkarılır. Bunun için dokunmayla birlikte çeşitli yollar denenir.

          Yemek…

          Cinsel davranışlar…

          Konuşmak…

          Ağlamak…

          Gülmek…

          Ve daha başka davranışlar…

          Eğer yük atılmazsa bedene zarar verir. Bununla birlikte ruhsal yapı da etkilenir. Zarar vermemesi için çaba göstermeyenler hem kendilerine hem de çevrelerine zarar verebilirler.

          *

Eylül 2012

Günümüzde Yaşamış Olsaydı Mutlaka “Faşist” Derlerdi

GÜNÜMÜZDE YAŞAMIŞ OLSAYDI MUTLAKA “FAŞİST” DERLERDİ

Süleyman ÖZEROL

YAZIN DÜNYAMA YOLCULUK

15 Kasım 2012; İstanbul Avcılar Belediye başkanı bir Arap ülkesinde yaşıyormuş gibi Muharrem ayını yılbaşı kabul ederek kutlamış. Kerbela olayı ve Hz. Hüseyin’in şehadeti ile özdeşleşen bu ayın “hayırlara vesile olmasını” dilemiş üstelik.

Kerbela olayı peygamber soyunu kurutmak isteyen Emevi hareketinin tarihte yer almış bir kara lekesidir. Hz. Hüseyin bu olayda hem mazlumların efendisi hem de mazlumların simgesi olarak dünyada eşine ender rastlanan bir direnme hareketinin kahramanıdır. Yanındakilere isterlerse dönebileceklerini söyleyen, tek başına da olsa düşmanla savaşacağını belirten bir kahraman…

Mazlumların efendisi ve ailesinin işkencelerle katledilmesi yeryüzünde Emevilerin, dolayısıyla Yezit’in lanetle anılır olmasına neden olmuştur. Özellikle Anadolu Aleviliğinde bazı deyimler yaratılmıştır.

 “Yezit!”

“Yezit gibi.”

“Yezit dölü.”

“Yezit suratlı.”

“Yezit oğlu.”

“Yezit oğlu Yezit…”

“Lanet Yezide!”

“Lanet Yezidin canına”

 Pir Sultan şiirinde şöyle der:

 “Varma Yezidin yanına/Çirki bulaşır tenine”

Yezit, eğer günümüzde yaşamış olsaydı mutlaka “faşist” olarak nitelendirilen kişilerin başında gelirdi. İktidar olmak ve iktidarını sürdürmek için kendisi gibi yaşamayan, kendisi gibi düşünmeyen insanlara yaşama hakkı tanımayan, baskı ve şiddet uygulayan kişilere başka bir ad vermek zaten uygun değil…

Aradan 1400 yıl da geçse halen çağdaş Nemrutlar, Muaviyeler, Yezitler sanki içimizde yaşamıyorlar mı?

O gün bu satırları yazmışım ve 12 Aralık 2012, yanibugün yine “Yezit” gündeme geldi.

İstanbul Milletvekili Sabahat Akkiraz, Sivas davasıyla ilgili Twitter mesajları nedeniyle hâkim karşısına çıkacağını duyurdu. Hürriyet gazetesinin haberine göre; CHP İstanbul Milletvekili Sabahat Akkiraz, Sivas davasıyla ilgili zamanaşımı kararı üzerine Twitter’dan yaptığı yorum nedeniyle tazminat davasıyla karşılaştı.

Akkiraz, tweetinde “Savcı sanki yezidin torunu. Düşman bakışlı. Yakılana saygısı da utanması da yok” demişti. Mesajlarında Ak Parti’nin kendisini akladığını, savcının ise gelecekte vekil ya da bakan olursa şaşırmayacağını belirten Akkiraz, “AKP yeni katliamlara yol açıyor” görüşünü savundu. Akkiraz, bu mesajlar üzerine savcının açtığı tazminat davasının yarın Ankara 24’üncü Asliye Hukuk Mahkemesinde görüleceğini de Twitter’dan duyurdu. Akkiraz, şunları yazdı: “Twitter davalarına benim ki de eklendi. Sivas katillerine zaman aşımı talep edilirken gösterdiğimiz tepkiyi kendine hakaret sayan özel yetkili savcı para talebiyle dava açmış. Acı olan Sivas katillerini zaman aşımından yargılamayıp beraat ettiren sistem, şehit ailelerinden olan benim tepkimi kendisine hakaret sayıyor.”

* * *

Önceki olay ile bu olay çok farklı. Ortada bir insanlık suçunun zaman aşımı var… Yirmi yıl önceki bu olayı zaman aşımına uğratanlar, kalkmışlar  otuz yıl önceki Kenan Evren’i yargılamaya” çalışıyorlar. Oysa olacaksa tam tersi olmalı…

Bakalım sonuç ne olacak?

12 Aralık 2012, Ankara

Diyanet Özerkleştirilmeli

DİYANET ÖZERKLEŞTİRİLMELİ

YAZIN DÜNYAMA YOLCULUK

Süleyman ÖZEROL

Dünyanın birçok ülkesinde demokratik laik özgür düşünce ve yaşam özümsenmediğinden dolayı siyasi partiler başta olmak üzere toplumda dinsel konuların birçok konuya alet edildiği görülür. Özellikle de siyasete ve ticarete alet edilmesi belirgin bir alandır.  Hele de feodal yapının etkin olduğu ülkelerde dinin kişi ile tanrısı arasında kutsal ve dokunulmaz olduğu gerçeğini bir türlü kabullenemeyen ve yurttaşlık bilincinden yoksun kitleler “dinimize sahip çıkıyorlar”, “dinimizi koruyorlar” gerekçelerini öne sürerek başlarına yönetici seçerler.

1946 yılında çok partili yaşama geçildiğinden buyana ülkemizde dinsel konular siyasilerin hep malzemeleri olmuş ve ülkemiz o gün bu gündür sağ partilerce yönetilir olmuştur. Tüm yurttaşlara hitap etmekten uzak, Dört bakanlığın bütçesi kadar da bütçe ayrılan, Sünni İslam’a hizmet eden Diyanet denen kurum ile bunun devlet politikası haline getirildiği gerçeği de ortada.

1924 yılından beri var olan Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında yer alan temel maddeler, fikir ve düşünce özgürlüğü maddeleri kâğıt üzerinde kalmakta. Çünkü bugün var olan hükümet de devleti dinsel kurallara göre yönetmek istiyor. Oysa devletin dini olmaz, yurttaşların dini olur. Eğer devletin dini olursa bunu kollamak, korumak ve dayatmak ister. Yurttaşların tümünü kendi dini ya da mezhebin doğrultusunda yönetmeye, kendi dini ve mezhebini kabul ettirmeye çalışır. Ülkemizdeki durum da bu… Var olan iktidarın milletvekilleri kendileri gibi inanılmasını, ibadet edilmesini dayatmaya çalışıyorlar, yargı ise kılını bile kıpırdatmıyor. Oysa bu yapılan bölücülüktür!

Sormak gerekiyor; evinde, bahçesinde, tarlasında, yaylasında ibadet edenler hangi yasaları ihlal ediyorlar, kimi rahatsız ediyorlar? Mademki inanç ve ibadet özgürlüğü var, o zaman bırakın herkes kendi dinini yaşasın. Şu Diyanet denen kurumu da önce özerkleştirin, sonra da özelleştirin. Hem çok da para kazanırsınız, hem de halkın vicdanından elinizi çekmiş olursunuz.

22 Kasım 2012, Ballıkaya

18 mi, 25 mi, Yoksa…

18 Mİ, 21 Mİ, YOKSA… 

 

Süleyman ÖZEROL YAZIN DÜNYAMA YOLCULUK

AKP gündemi değiştirmede oldukça ustalaşmış durumda.

Uluslararası birçok alanda ülkemizin geri sıralara düştüğü, Suriye ile savaşın eşiğine gelindiği, 4+4+4 diye adlandırılan saçma sistemin yer bulamadığı ve uygulanamadığı şu sıralarda yüzde yirmiyi aşan zamlar da yetmiyormuş gibi durmadan gündeme yeni konular oturtuluyor.

AKP seçilme yaşını 18 olmasını isterken, CHP 21 olması gerektiğini savunuyor.

Yüzyıllardır hatta binlerce yıldır eğitimciler ve eğitimbilimciler insanların gelişmelerini incelemişler ve insan gelişiminin üç önemli seyri olduğunu ortaya koymuşlardır.

* Bedensel Gelişim

* Ruhsal Gelişim

* Cinsel Gelişim

Bedensel gelişim adından da anlaşılacağı gibi bendendeki fiziksel ve fizyolojik gelişmeleri kapsar. Ruhsal gelişim daha çok kişiliği ilgilendiren davranışlarla ilgilidir. Cinsel gelişim ise cinsellik konusundaki gelişmeleri kapsar.

Bu üçlü gelişim normalinde insanlarda topyekûn ve paralel olarak gelişir. Ancak zaman zaman birinin diğerlerinin önüne geçtiği ya da gerisinde kaldığı olur. Dolayısıyla bütün bu gelişmeler sonucunda insan kişiliğinin 25-30 yaşlarında tamamlandığı öne sürülür. Bazı insanlarda bu üçlü gelişimde bedensel bozukluklar, kişilik bozuklukları ve cinsel sorunlar yaşanması da olasıdır.

Bakarsınız 11-12 yaşlarındaki bir çocuk bedensel olarak 16-17 yaşlarındaki bir genç gibi gelişmiş, bazen de bunun tersi ile karşılaşabiliriz. Ergenlik yaşının 13-15 olmasına karşın bazı çocuklar 10-11, bazı çocuklar ise daha geç yaşlarda ergenliğe ulaşırlar. Ruhsal durum ve davranışlar yönünden de her insanın kendi yaşının davranışını göstermesi beklenemez. Zaman zaman çocukları yetişkin, yetişkinleri çocuk gibi davranışlara sahip olarak görebilirsiniz.

Zeki, aynı zamanda bilgi, beceri ve deneyim yönünden gelişmiş, yetişmiş gençler elbette ki olacaktır. Bunlardan ise siyasetten çok bilimsel konularda yararlanılmalıdır. Çünkü ülkemize siyaset bilimi işlemediğinden bu iş halkın deyimi ile alavere-dalavere yapma işi özelliği taşımaktadır. Sonra siyaset, adı üstünde “siyaset yapmaya” dayalı bir “meslektir”.

Gençliği yıllardır potansiyel suçlu gören, Beyazıt Meydanında kurşunlatan, çeşitli yererle katleden, Vatan-Milet-Sakarya edebiyatı ile vatan haini ilan eden, yaşını büyütüp asan, ateşe verip yakan, üniversitelerde coplatan, biber gazı ile zehirleyen, dindar yetiştireceğim diye dinini ve mezhebini dayatan sağ düşünce nasıl oldu da gençliğe bu kadar ilgi duymaya başladı dersiniz?

12 Eylül kuşağı yetişti ve emirlerine amade…

Yaşanan yüzde yirmileri aşan zam olayını, çözümlenemeyen eğitim sorununu, onlarca sorunu unutturmak için başka ne yapabilirler ki?

“Ben yaptım oldu”, “Ben yaparım başkası yapamaz”, “Benim dediğim olmalı”, “Benim düşüncem ve görüşümden başkası hiçbir şeydir” gibi benmerkezci, “her şey benim için mubah” gibi bencil, hep bana mantığı ile hareket edenlere ne denmesi gerektiği de ortada; faşist!

Gençlere çekici gelecek, ancak kişilik oluşumunu tamamlamamış gençleri meclise taşıyacak bir düşünce zaten özünde sağ bir düşünce. Çünkü bilimsellikten çok kendi mantığına ve ilkelerine dayalı hareket edenler toplumsal yarardan çok yalnızca kendi yararlarına göre hareket ederler. Gençlerin önü açılacaksa çağdışı düşünceleri gençlere aşılamaktan vazgeçilip bilimsel ölçütlere göre hareket edilmelidir.

Mustafa Kemal Atatürk, “Bütün ümidim gençliktedir” derken geleceğin Türkiye’sini gençlerinin yolunu gösteriyordu. Bu yolu tıkayan AKP’den değişim ve gelişim beklenebilir mi dersiniz?

19 Ekim 2012, Ballıkaya